
Bitmeyen Finaller: Türk sporu neden başarısız
- yavuzsiskolu
- Sep 21
- 4 min read
Türk sporunun altın günleri sürüyordu.
Bratislava'dan İstanbul'a iner inmez telefonumun internetini açtım: Filenin Sultanları, Dünya Voleybol Şampiyonası'nda son seti İtalya'ya kaybediyordu. Eve gelip eşyalarımı yerleştirdikten bir süre sonra, Konya'da oynanan 2026 Dünya Kupası elemelerinde ise Türk milli takımı, İspanya'ya 6-0 kaybetti. Bu maçtan birkaç gün öncesinde de Gürcistan'a karşı neredeyse 3-0'dan maç verecektik. İlerleyen günlerdeyse, 24 yıl sonra tekrar eriştiğimiz EuroBasket finalini Almanya'ya karşı kaybedecektik. Ondan bir süre sonra da Galatasaray, Şampiyonlar Ligi'nin açılış haftasında Frankfurt'a 5-1 yenilmiş, Fenerbahçeyse turnuvaya çoktan veda etmişti.
Kısacası, futbol, basketbol ya da voleybol fark etmiyor; sahne ne olursa olsun hikâye hep aynı. İşte bu noktada akla şu soru geliyor…
Neden olmuyor? Türk sporu neden bir türlü, 25 yıl önce Galatasaray'ın kazandırdığı UEFA Kupası'nın ötesine geçemiyor? İstirham ediyorum, kimse herhangi birincilikle sonuçlanmamış "az kalsın başarıyorduk" hikayesini de buna alternatif sunmaya kalkmasın...
Elbette bu soruya yanıt ararken, yolumuzu Cumhuriyet'in kuruluşuna, Osmanlı'nın modernleşme çabalarına, II. Mahmut'a veya III. Selim'e, hatta göçebe bir toplumken yerleşik hayata geçmeye çalışmamıza kadar götürmeye gerek yok. Her ne kadar mayamızda, sonunda eyleme geçilmeyen politize bir tartışmayı sürdürmek olsa da, önce durumu tanımlamalı; sonra da yanıtlarımızı bize benzer ülkelerde aramamız gerekli.
İronik bir şekilde, kazanmak için gerekli malzemelere aslında sahip olduğumuzu düşünüyorum: Tutkulu tribünler, ham yetenekler, parlayan anlar (2008 Avrupa Futbol Şampiyonası yolculuğumuz, 2021 voleybol zaferlerimiz, Fenerbahçe ve Efes’in ikişer EuroLeague şampiyonluğu)... Fakat bunlar, bana göre, kalıcı bir zihinsel dayanıklılık geleneğinden ziyade tek seferlik sıçramalardan ibaret.
Anakronizmi bir kenara bırakmalı. 2008 öncesi İspanya Milli Futbol Takımı da, 2000'ler öncesi Yunan Milli Basketbol Takımı da hemen hemen bizimle aynı noktadaydı: “Neredeyse orada, ama asla şampiyon değil.”
İspanya baskı altında çökmesiyle ünlüydü — güzel futbol oynardı (“la furia roja” denirdi) ama on yıllardır büyük kupaları yoktu. Yunanistan ise her daim yetenekli ve tutkulu bir takımdı; ancak büyük turnuvalardaki başarısızlıkları yüzünden “choker” olarak damgalanıyordu. Bu hikâye bize çok uzak değil: Türkiye de aynı şekilde ateşli seyircisi ve parlayan bireysel yıldızlarıyla öne çıkıyor, fakat bu coşku sürdürülebilir bir oyun kimliğine dönüşmüyor.
İspanya’nın başarısızlığının önemli nedenlerinden biri kulüp rekabetlerini (Real Madrid–Barcelona) milli takıma taşımaları ve bu yüzden ortaya çıkan ego çatışmalarıydı. Bizde de benzer şekilde Galatasaray–Fenerbahçe çekişmesi, milli kimliğin önüne sık sık geçti.
Ayrıca, çocukluğumdaki İspanyollar tek maç usulü eleme olduğunda psikolojik olarak donakalırdı; bu, bizim sahadaki “panik anlarımızı” hatırlatıyor. Yunanistan’ın en büyük sorunu disiplin eksikliği ve savunma zaafıydı; coşkuya yaslanmak onları ileriye taşıyamıyordu. Türkiye’de de çoğu zaman yetenek ve ateşi yeterli sanıyor, sistemli bir oyun kimliği inşa etmeyi ihmal ediyoruz.
İşte bu yüzden, İspanya ve Yunanistan’ın nasıl dönüşüm geçirdiğini anlamak bizim için daha da kıymetli.
İspanya’nın Atılımı:
İspanya için kırılma noktası Luis Aragonés’in (2004–2008) milli takımın başına geçmesiydi. Sonraları Fenerbahçe’yi de çalıştıran Aragones, taktikleri sadeleştirdi; yıldızların bireysel gücü yerine takımın birliğini vurguladı ve bir nesle (Xavi, Iniesta, Casillas) güvenerek onların etrafında sistem kurdu.
Bence en önemlisi, zihinsel bir değişimi işaret etti: “Biz Barça’nın oynadığı gibi oynuyoruz, 11 farklı yıldız olarak değil.” Bu cümle yalnızca oyun planını değil, İspanya’nın zihinsel eşiği aşmasını da simgeliyordu.
Bizim için de en çarpıcı ders burada: Türkiye’de her jenerasyon geldiğinde yeniden “kahraman arayışı” yapıyoruz, ama İspanya bir kahramana değil, kolektif bir kimliğe yatırım yaptı.
Sonuçta İspanya Euro 2008’i, ardından 2010 Dünya Kupası’nı ve Euro 2012’yi kazandı. Bir süre duraksasa da 2024’te tekrar zirveye çıktı. Türkiye’de ise hâlâ “altın nesil” söylemleriyle oyalanıyor, sistemli bir zihinsel dönüşüm inşa edemiyoruz.
Yunanistan’ın Sıçraması:
Yunanistan ise 1990’larda ekonomik stabilizasyon sağladıktan sonra spor altyapısına ciddi yatırım yaptı.
Ardından zihinsel disipline önem veren sert, savunma odaklı antrenörleri (örneğin Panagiotis Giannakis) takımın başına koydu.
Sonuçta 2005 EuroBasket zaferi kolektif ve savunma öncelikli bir kimlikle geldi. Futbolda da aynı model işledi: Euro 2004’te Otto Rehhagel’in takımı sıkı savunma ve disipliniyle şampiyon oldu.
Bu tablo Türkiye için de düşündürücü. Bizde “coşku” ve “hücum gücü” öne çıkarılırken, Yunanistan o dönemki zaferlerini disiplin ve savunmaya yasladı. Türk milli takımlarında hâlâ “biz yetenekliyiz, gerisini hallederiz” anlayışı baskınken, Yunanistan’ın 2004-2005 yıllarındaki başarısı bize şunu söylüyor: Kalıcı başarı için savunma, disiplin ve kolektif oyun kimliği en az hücum kadar kritik.
Türkiye'den çok daha ufak Hırvatistan gibi ülkelerin futbolda, Finlandiya gibi ülkelerin de basketbolda yakın zamanda başardıkları da ortada. Birden fazla neslin yetiştirilmesinde tutarlılık, tükenen “altın nesillerden” daha önemlidir ve bu iki ülke de bu prensibe uyarak oyuncu yetiştiriyor.
Bütün bu hikâyeler yalnızca milli takımların değil, bireysel hayatlarımızın da uzantısı gibi. Çevreme baktığımda benzer kalıpları görüyorum.
Bana göre performans anksiyetemiz var. Güne başlarken bir şeyler kazanmak için değil, elimizdekileri kaybetmemek için mücadele veriyoruz. İşe yarar (kurumsallaşmış) sistemlerimiz yok, bu yüzden kişisel ilişkilere, "insan tanımaya", fazlasıyla ihtiyaç duyuyoruz.
Bu noktada mesele sadece futbol ya da voleybol değil; gündelik ilişkilerimize bakınca da aynı reflekslerle karşılaşıyoruz.
Türk insanı çoğu zaman “toksik” olarak görülür; çünkü iç ve dış tehdite açık kalmanın doğurduğu yüzyıllardır süren güvensizlik, güçlü aile hiyerarşileri ve gurur temelli toplumsal normlar, açıklık ve güveni gölgeleyebilen duygusal yoğunluk, savunmacılık ve kontrolcü tutumlar üretmiştir.
Bu yüzden baskı altında karar vermekte zorlanır, zihinsel dayanıklılığımızı çoğu zaman kaybederiz.
Bu kalıpların kökenini tarihe götürmek mümkün; ama biz II. Mahmut'u rahat bırakalım.
Gözlemim şu: Türk gencinin kararlarında rastlantı, Avrupalı yaşıtlarında ise isabet daha fazla. Bunu zihinsel zindeliğe, karar yükünün azlığına ve hayatın daha kestirilebilir oluşuna bağlıyorum.
Türk kültürü, söz konusu ikili ilişkiler olduğunda, duruma bağlı olarak kimi zaman doğrudan, kimi zaman dolaylı iletişimi değerli bulur. Bu ise çoğu zaman pasif-agresif davranışlara yol açar: insanlar size ‘hayır’ demek yerine geciktirir, sizden kaçınır ya da durumu yumuşatmaya çalışır. Karşılıklı güvenin zayıfladığı noktada bu davranışlar toksik bir etki yaratırken, yüksek toplumsal gururumuz ve savunmacı reflekslerimiz de devreye girer. Eleştirildiğimizde hızla aşırı hassaslaşır ya da agresifleşiriz; grup ortamlarında ise bu savunmacılık günah keçisi aramaya veya farklı fikirleri göz ardı etmeye kadar varabilir.
Bilmiyorum, belki Nisan ayında bir uçaktan indiğimde Fenerbahçe bir yerlerde yine penaltılarda elenir, Türk milli takımı Dünya Kupası yoluna Mayıs ayında havlu atar veya 2026'nın yaz aylarında herhangi bir spor branşında tesadüfen bir gümüşü cebimize koyarız.
Kazanmayı tam olarak öğrenemedik; ama kaybetmenin türlü inceliklerinde ustalaştık. Belki de her final, bizi zaferden çok, kendi kırılganlığımızla yüzleştiren bir aynadır.
Hem öyle bir ayna ki, izledikçe için daralıyor, ama yine de bakmadan edemiyorsun...



Comments