top of page

Kırmızı Şapka

  • yavuzsiskolu
  • Jul 15, 2023
  • 4 min read

Mesleğimde son 1 yıldır mimarlık rolünü icra ederken fark ettiklerim, yaşamımın önceki 29 yılında fark ettiklerimle kafa kafaya gelecek kadar çok çeşitli durumla beni buluşturdu. Okuyacağınız metin “aslında bambaşka” birisi olduğumun keşfi içerisinde yaptığım gözlemlerin sonucudur.


Hayattaki her türlü ikili ilişki bir taahhüt durumunu ortaya koyar: Taraflardan birisi kaynağı sağlar, diğeri ise verilenleri kullanarak (ve hatta fazlasını da talep ederek) bunlardan bir tasarı ortaya çıkaracağını taahhüt eder. Bu noktada işverenin kafasındaki ile sizin tasarladığınız arasında muhtemelen ciddi farklar oluşacaktır, defalarca kez revizyona gideceksiniz ve ancak işin nihayetinde müşterek bir hedefte buluşabileceksiniz... Çoğu zamansa ortaya çıkan, ilk tasarladığınızdan oldukça farklı da olacaktır.


Bu fenomen esasen iş yaşantısına özgü değil, yaşamın tüm birimlerine yayılmış bir tutumu belirtir. Sevgililer, arkadaşlar veya ortaklar birbirleriyle büyük ölçüde taahhüt-kaynak kullanma ilişkisine geçerler. Haliyle ilişkinin “mimar” tarafının ortaya koyduğu tasarımsal kaygılar, estetik algı ve genel perspektif, kaynağı kullanma izni vereni ikna etmek misyonunu taşıyacaktır.


Böylelikle yaşamın en kritik sözcüğüne ulaştım: İkna. Temelde bir Alman’ı, Çin’liyi veya Giresunluyu, Bursalıyı kafasında tasarladığından başka bir dünya ile tanıştırmanın, başka bir çözümün mümkün olduğuna ikna etmenin adıdır mimarlık. Ortada olanı kimi zaman yıkarak, kimi zamansa koruyarak bir yapı inşa edersiniz ve işvereninizi (eşiniz, arkadaşınız veya ortağınız) bu yolda yürüyebilecek hale getirirsiniz. Temeldeyse karşı tarafın isteklerinden çok kendi öngörünüze güvenmeniz gerekir, nitekim kaynak sahibinin istekleri çoğunlukla tutarsızdır; fakat o kişiyi sizin için özel yapan sebepleri koruyacak şekilde beklentilerini karşılamanız gerekir.


Taahhüdü verdiğiniz insanın önüne iki kavanoz koysanız ve bunların birinde tuz, diğerinde şeker var deseniz hangi kavanozun neyi ihtiva ettiğini muhtemelen bilemeyecektir, işin kötüsü bunu bilmediğini sizden gizleyerek yeni “istekler” türetecektir. Örneğin böyle bir düzlemde bulunmak istemiyorum, bana farklı bir yapı tasarla diyen bir “işveren” isteğinin yeterli olduğuna dair buyurganlığa sahiptir.


Psikoterapötik bir dünyada yaşadığımızı kabul etmeden, içine girdiğimiz arzulama(ma) sarmalının ne denli bunaltıcı olduğunu anlayamayız. 8 milyarı bulan dünyada artık herkese yetecek kadar başarı hedefi yok, dolayısıyla sürekli isteklerimizden vazgeçmenin önemini, sevdiklerimizle beraber olamamanın aslında o kadar kötü olmadığını, tasarladığımız projelerin neticelenmemesinin de kazanım olduğunu, istediğimiz yerlere gelemememizin dünyanın sonu olmadığını dinliyoruz. Bir süre sonraysa kalıplaşmış sözcükler seçerek hayal kırıklıklarımızı bastırıyoruz.


Ölü doğmuş fikir, öküz öldü ortaklık bitti, denedik ama olduramadık veya sensizlik acı vermiyor gibi herhangi bir bağlamda herhangi bir insan tarafından söylenebilir ifadeleri üzerimize geçirerek tekrar umut etmeyeceğimiz bir dünyayı inşa gayretine girişiyoruz. Haliyle böyle bir dünyada bir şeyleri istemekten çok, ilk etapta istenmiş olanı artık arzu etmemek daha makbul bir hedefe dönüşüyor. Neticede hikayenize bir “twist” katarsınız, kendi kendinizi ikna etmek imkanınız olur. Tutkulanmış olanın peşinden gitmektense ondan vazgeçmek, hem etrafımıza anlatabileceğimiz, hem de kendimizi ikna edebileceğimiz bir alt metin verir: Denendi ve olmadı.


Büyük eniştemizin bir bayram günü anneme söylediklerine tam da burada değinmekte fayda var. Kendisi Merinos fabrikasında çalışırken çeşitli sebeplerden dolayı, aslında sevdiği iş yerinden ayrılmak kararı alıyor ve bunda ısrar ediyor. Muhasebe müdürü çıkışını verirken dilerse bu pozisyonu birkaç ay boş bırakabileceklerini, hatta gerekirse birkaç ay kafa dinleyip tekrar gelebileceğini söylüyor. O ise inatla ve ısrarla TCDD’de çalışmak istiyor. Sonrasında ise anneme:


"25 yıl demir yollarında çalıştım, o kırmızı şapkayı bir gün bile isteyerek takmadım

diyecek noktaya geliyor. Bursa’dan Mardin’e kadar geçmiş bir yaşam, bir istasyondan diğerine tüketilmiş bir ömür.


Bu örneğin mimarlığımda bana kattığı ise bir insanın hiçbir surette kendisine rağmen hata yaptığına ikna edilemeyeceğidir. Bir kimse size veya düşüncelerinize karşı hiçbir şey hissetmediğinde ayak diretiyorsa, ortaya koyduğunuz tasarının başarısız olacağına güçlü sözcüklerle gerekçeler üretiyorsa ve metotlarınıza kayıtsız kalıyorsa bu durum sizin başarısızlığınızdan çok sizin veya tasarınızın gözden çıkarılabilir olmasının verdiği muazzam güçten kaynaklanır. En iyi tasarlanmış kod bloğu, en büyük sevgili, en önemli kazanım bile gözden çıkarılabilmelidir ki var olarak hiçbir şey kazanamadığımız bu dünyada yok olarak bir yer edinelim.


Metropolleri oluşturan sebeplerin çoğu, yapısı itibarıyla düzenlenemez ve dolayısıyla metropolleri kaçınılmaz hale getirir. Yaşamın en ilginç paradoksuysa burada yaşanır. İstediği gibi yaşamak ısrarında bulunan insanlar tasarlayanı, mimarı olmayan evlerde yaşarlar. Nasıl ki bir hayat, içerdikleri güzel olmadan da yaşanabilirse bir bina da tasarlayan bir mimar olmadan, işlevini yerine getirecek kadar basmakalıp projeler üzerinden inşa edilebilir. Bir kod sadece görevini yerine getirerek de yeterli sayılabilir, bir insan aşık olduğu kişiyle beraber olmadan da bir şekilde yaşayabilir, bir bina da 30 yıl içinde ne konumda olacağı düşünülmeden inşa edilebilir.


Asgari yeterlilik unsurunu ne denli aşağıya çekersek, ne denli arzulamadan yaşarsak veya çıkış noktamızdaki tasarımsal isteklerimizi geriye atarsak kör topal da olsa bir sonuca o kadar erişebiliriz. Bunun istisnalarıysa depremler, mental çöküşler veya kıt kaynak kullanımı gibi sorunlar olur. Hayatı bir şekilde yaşamak isteyen, bir binayı öyle veya böyle dikmek isteyen ya da geliştiricilerine (developer) minimum geçerli kodu çıkarmaları için baskı yapan kimse, kriz anlarında yönetilemeyen insanlara, çöken binalara ve sıfırdan tekrar inşa edilmesi gereken yapılara kavuşur. Böyle durumlarda hiçbir mimar, hiçbir ikna edici ile konuşulmamışsa veya dedikleri kulak ardı edilmişse “kendi hatalarımı yaptımyanılgısının arkasına sığınılır. Oysa ortada inisiyatif değil, inat vardır. Tıpkı büyük eniştemizin mesnetsiz gururu gibi.


Çocukken izlediğim Winnie The Pooh çizgi filminde ayı, domuzcuk ve çocuk bir yol ayrımına geldiklerinde çocuk bir soru sormuştu: “Hangi yolu tercih edelim?”. Winnie’nin yanıtı ise çok enteresandı: "Nereye gittiğini bilmiyorsan hangi yolu seçtiğinin bir önemi yoktur.”


Tasarım aşamasında bulunduğum, mühendislik yapacak insan için gözlem yapıp üzerine çalışacağı düzlemi kurduğum şu kısa sürede gördüklerimin özeti budur. Geleceğin inşaatında alınan tek taraflı alınan kararların hiçbirinde kazanan olmaz. Aldığınız kararın sonucuna, ona maruz kalanları ortak etmeye çalışmaksa kötü hissetmenizin sorumluluğunu üstünüzden atmaya çalıştığınızı gösterir. Ensenizden aşağı yarım kilo buz da dökseniz ayılamaz, hatanızı göremez, başka hatalar yapmaktan geri duramazsınız.


Veya Adamlar’ın “Koşmadan” şarkısının sözlerindeki gibi:


İstediğin kadar düşün Cevap yine yanlış Çünkü hep bir yarış halindeyken Koşmadan hep yatışlardasın...






Comments


bottom of page