Sakıncalı Kahramanlar
- yavuzsiskolu
- Nov 1, 2023
- 2 min read
Kalbi içine doğru çöken ve pişmanlıklarını maskesinin ardına gizleyenlerin yapabileceği tek şeyi yaptı Göğe Bakan Adam: Başını kaldırdı, gökyüzüne doğru baktı ve derin bir nefes verdi. Olmak istediği yerde değildi. O ışıltısız pazar günü eşlik ettiği türkü 2.3 kilometre ötedeki eski tapınağından işitiliyordu, hüzünle.
Uzunca bir süre gökyüzüne baktı: birkaç saniye ya da birkaç yıl. Sakıncalı addedilişinden önce gökyüzüne bakmayı ne çok severdi oysa…
Alice kayıptı. Ağır ağır ölüyordu çıktığı yolda, ruhunu reddedenlerin arasında. Büyük sözler ediyordu kendisini telkin etmek için, çıktığı yolun sonunu bilmeyenlerin yaptığı gibi: Bir insan ancak ne istediğini bilmediği için büyük sözler söylerdi, yolundan dönmeyeceğini kendisine tekrar ederdi. Göğe bakmasına sebep olduğu adamın sakıncalarını hatırlamaya çalışırdı böyle zamanlarda Alice, yaşattığı güzelliklerin kararından dönmesine sebep olmaması için.
Döndüğünde kabul göreceğini bilmek ne büyük aşağılanıştır ve bir insanın olduğu gibi, yargılanmadan ve sadece öyle olduğu için sevilebilmesi ne büyük meydan okumadır… İki sakıncalı kahraman sonsuz mavi gökyüzünün altındalardı yine; fakat yalnızca bir tanesi yıldızları görebiliyordu.
Bir roket inşa etmişti Alice, göğün kızıllığını sevdiği esnada. Ve bunu hediye etmişti hayallerindeki yıldız adama: David Bowie’den Starman şarkısının ekli olduğu bir kağıtta. Pastel renkli roketine binip uçmayı istedi sakıncalı kahraman, göğe bakarken içinin sıkıştığı o anda. “Keşke”lerle dolu bir hayatı geriye döndürmek için verdiği umutsuz çabayı dolamıştı eşlik ettiği türküye.
Cihana sığamazdı benliği göğe bakan adamın, Alice kaybolmamışken ve onunla koşuştururken; vardığı yerdeyse zihninin karanlığına hapsolmuştu ve o göğe bakıyordu yine: Her seferkinden daha da mutsuz şekilde. Yine o anlarda farkına varmıştı erken ölümün bir kaçış olduğunun: Artık yaşamak zorundaydı. Her gün kalkmak, aynaya bakmak ve kendisinden nefret ettiğini görmek durumundaydı. Ancak tanrılara ait olabilecek güzellikte bir şeyi yaşamıştı göğe bakan adam, Prometheus gibi. Her gün ölecek, her sabah yeniden dirilecekti. Anlatmak için yaşamıştı, artık anlatamadıklarının cezasını kendi elinden çekecekti.
Sakıncalı kahramanlar birbirlerini tüm sakıncalarına rağmen bulmuşlardı. Kimsenin sahip olamayacağı bir şeydi ellerindeki. Tutarsızlıklarının, çelişkileriyle var olabilmelerinin eşsizliğini deneyimlemişlerdi. Ne kadar süreceği belli olmayan bir ömre çok başka dünyalardan gelmiş bir aşkın tözünü sığdırmışlardı: Giydikleri renklerde, gülüşlerindeki samimiyette ve adı konmadan anlaşabildikleri diğer her şeyde…
Alice’in geldiği yol ayrımında artık yanında olmayan onlarca kişinin yükü vardı, o her ne kadar sırtındaki ağırlıkları fark etmese de. Onlarca insanla ayırmıştı yollarını geçmiş yol ayrımlarında ve bir o kadarından daha da ayrılacaktı yolları; fakat daha önce hiçbir zaman ruhunu geride bırakmak için bu denli kırgın, hüzünlü ve yorgun biçimde koşmamıştı. Yaşamının artık isteyeceği yöne evrilmeyeceğinin nişanesi olarak mutlu gözükmek istiyordu Alice; ruhu tanınmayan, bilinmeyen diğer kimsesizler gibi.
Yıldızları gören sakıncalı kahraman yalnızlığını değil, Alice’in yoksunluğunu taşıyordu ruhunun sonsuzluğunda. Basit cümlelerle konuşamayan, hafızası ölümsüz insanların hatalarını tekrar tekrar yaşamaları gerekiyordu her gün ve her gece. Canı yanıyordu, bu yüzden hayalinin peşinden gidecek kadar gözü karaydı artık. Ruhunu “salamazdı”, nitekim önceki gidişlerinin bedelini göğe her bakışında ödüyordu günden güne.
Anlatmaya değecek hikayelerini ancak yaşamaya değecek ömürlerde, uğruna acı çekmeye değecek kimselerde bulabileceğinin farkındaydı adam. Geri dönüşlere inanırken, pişmanlığını taşırken ve bu sefer yol ayrımında Alice’in yanındayken.
Başka bir galaksiden gelen aşklar, çarpışan arabanın içinde Savaş ve Barış yazmaya benzer.
Derin bir nefes verdiği sırada bunu düşünmüştü, hediye edilmiş roketinin yoksunluğunda,
Ve gökyüzünde gördüğü lila tozunda…



Comments