Seçim Sabahı Üzerine
- yavuzsiskolu
- Jun 14, 2023
- 6 min read
Bir başkasının nasıl düşünmesi, eylemesi ve yaşaması gerektiğine dair fikir beyan etmeyi bırakıyorsak yaz aylarındayız demektir. Sezonluk yaşamayı adet edinen homo sapiens, şimdilik üstüne tüm gücümüzle saldırmayacağımız bir sebepten ötürü, yaşamı döngüsel algılamaya gayret ederek onu tahmin edilebilir kılar… Veya en azından kaygılı halini gri bölgeden tanımlı bir yere çekmek ister.
Kırsaldan kente göç etmenin sonuçları hakkında muhtemelen tarih boyunca binlerce analiz yapılmıştır ve bir o kadarı da peşi sıra gelecektir; fakat kırsal yaşamın pratiklerini kent alanlarında taşralı tutumuyla yaşamanın karşısına bireyselliği alternatif koymaya devam ettiğimiz müddetçe seçim geceleri herhangi bir derbinin sonucunu takip etmekten farksız kalacaktır.
29 Mayıs seçimlerinde Cumhur ittifakının kalesi konumundaki bir okulda kardeşlerim ile beraber verdiğimiz mücadelenin muhtemelen hayatımın dönüm noktası olduğunu anlamam da burada yatıyor: Mücadele edilen unsurları tanımak adına attığım adımlar bana, içinde bulunduğum dünya görüşünün sistematik yanlışlarını ve arızi perspektifini yeniden değerlendirme imkanı sundu.
Olağan sözcüklerin yan yana gelip absürt sorulara dönüşmesi artık kaçınılmazdır. Eğer paradigma kırmaktan bahsedeceksek yenilenlerin sözcükleri seçmekten çok üretmeye başlaması şarttır. Sorulaşma bize örnek olay üretme sıklığı sağlayacaktır.
Entelektüel dünya, kapital aracılığıyla yarattığımız kurumların yalancı ilericiliği ve cebimizdeki telefonlar bizlere temelini hoşgörüden aldığını bağırırken bizler anlayamadığımız insanlarla öpüşebilir miyiz? “Hayır” yanıtını vermekte acele ediyorsanız tekrar düşünün: Millet İttifakını oluşturan ufak partilerin büyük bölümü herhangi bir sosyal örgütlenme becerisi taşımadıkları için bu partilerin kontenjanları ittifakın asli unsuru tarafından gönüllüler ile doldurulmak durumunda kaldı.
Bu zoraki yekvücut olma çabası, Nokia telefonların efsanesi “Yılan” oyununda bazen olduğu gibi yılanın yediklerinin ardından kendisine rota belirleyememesi sonucu dar alanda kısılıp kendini yemesiyle sonuçlandı. Lügatimiz bize, şimdilik, sadece kendi kampımızla ve o da çoğunlukla hatalı olacak şekilde iletişim kurma imkanı sundu.
Hayatının her bir günü sokağa çıkıp birilerinin selamını alıp veren insanlarla son 4 ayda aynı 5 kişiyi görmüş insanları bir potada eritebilir misiniz? Peki 23 yaşındaki Kurtköylü bir oto galerici ile 54 yaşında, 3 çocuk sahibi ve bunlardan birisi 16 yaşında bir engelli olan anneyi nerede buluşturacaksınız? Peki sizin hayal edemediğiniz birlikteliği Cumhur İttifakı nasıl başarıyor?
Muhalif kimliğini takınan entelektüeller ısrarla hakim gücü oluşturan unsurları, Foucault tipi bir anlam bozumuyla, iktidar olmalarının önlenemez, hikmeti kendinden gelen bir anlatıyla tanımlarlar. Oysaki burada yapılan en ciddi anlam bozumu iktidar ile arzu sözcüklerinin yer değiştirmesidir.
Jean Baudrillard, Foucault’nun iktidar sözcüğünü özellikle arzuyu tanımlayan alanda kullandığını ifade ettiğinde kastettiği tam olarak da buydu: Hakim siyasi unsurlar “biz olmak” inancını her bir vatandaşa, ona kendi iktidarından bir pay vermeye ikna ederek, kısacası ortak tanımlayan “biz” fikrini arzulatarak başardı.
Bunun karşısı olarak tanımladığımız cephenin “biz” fikrini oluşturmayan tüm unsurlardan teşekkül etmesi başlı başına paradoksun kanıtıdır. Bunu anlamak için soracaklarımızınsa kışkırtıcı olması gerekmektedir.
Giresunlular veya Ordulular neden Galatasaraylıdır? Aydınlı birinin Beşiktaşlı olma ihtimali neden yükselir? Bir adım geri atalım: Tüm gün ana akım televizyon izleyen, sosyal çevresi Erzincanlı, Kastamonulu, Erzurumlu veya Sivaslı ev hanımlarından oluşan ve etkinlikleri pazara çıkmak veya güne gitmekten ibaret Giresunlu bir ev hanımı dünyaya kocasından başka bir pencereden açılabilir mi?
Bir insanın kendisine rağmen kurtarılması fikri zihinlerimizi meşgul eder; fakat babasıyla hiçbir zaman uzlaşamayacak bir insanı severseniz kimin soyunu devam ettirirsiniz? Bağnaz fikirleri sebebiyle cahil bulduğunuz ebeveynlerinin mi; yoksa sevdiğiniz kişinin ta kendisinin mi? Başka bir deyişle Türk toplumunun temel sorunu: Armut dibinden, gerçekten de ne kadar uzağa düşer?
Bir adım öteye atalım: Teknolojiyi anlamak için zeka gerekir mi? Peki teknolojinin geliştiren tarafında bulunabilmek için? O zaman sorun olarak tanımladığımız hadise olan biteni anlamamaktan ziyade yorum becerisindeki nüanslarda yatmaktadır. Nitekim karşı olarak tanımladığınız cephe, “ahlaksız Batı” anlatısının aktörünün teknolojisini almak; fakat bunun üretimi için gerekecek “ahlaksız” düşünsel araçlardan arınmak istemektedir.
Cep telefonları bu bağlamda yeni platformlar yaratacak, farkındalık oluşturacak bir silah zannedilirken tam aksine Türk toplumunun fiziki bölünmüşlüğünün sanal yansıması olmaktan ibaret kaldı. Bunun sebebini muhtemelen mimarlıkta aramak durumundayız.
Söz konusu insanlar olduğunda tasarlanması gereken her alan fizikseldir. Hiçbir mimar tasarladığına bakıp bunun sadece düşüncelerde kalmasını istemez; fakat bu durum tanımı “muğlak bir biz” üyesi olan benim bile arada aklımın uğradığı, mimarın tasarısındaki totaliterliğe kaymaktadır.
İmkan verildiğinde ülkenin sil baştan programlanması, sürekli olarak büyük tasarılardan konuşmak, çözümü geçmişe havale etmek, mütemadi bir yıkıp yeniden yapma arzusu esasen pek kısıtlı ölçüde gerçekleşebilmiş idealizmimizin karamsarlığa dönüşümüdür. Düşünceleri uygulamaya geçtiğinde tüm yaşam alanlarını ideal kılacağına iman etmiş milyonlardan söz etmek mümkündür.
Problem de burada, özellikle eğitimli olduğunu varsaydığımız kampımız için derinleşiyor. Karşı tarafın adete genetiğine işlenmiş davranışları organik biçimde sergilediği, karakteristiğinin doğalı neyse onu ortaya koyduğu bir olan biteni mevcuttur.
Görevli olduğum sandıktaki AK Parti görevlisi ablanın atılgan tavrı ve yine aynı partiden gelen müşahidin herkesle iletişim kuran tutumu üst perdeden örgütlenmiş bir aklın ürünü değil; bilakis o kimselerin karakteristik özelliklerinin doğal sonucuydu. Bu kimseler kavgacı da olsalar, uzlaşma yolunu da seçseler kendileri hakkında söyleyeceğim tek şey, seçim günü ortaya koyduklarının yalnızca tabiatları olduğudur.
Bir diğer sorun da burada yatmaktadır. Bireyselliğimizi kutsadığımız müddetçe “diğer” kamptan ayrıştığımız etkinliklere aşırı önem atfediyoruz. Portekiz’i görmeyi hiç istemeyen bir insanı cahillikle suçlayabilir misiniz ya da bu size ne katar? Veya bir kırılıma daha gidelim: bir insanın “sığır” olmasının sınırı nedir? Başka cephenin “sığırını” kendi cephenize katılmaya nasıl ikna edersiniz?
Ortaya koymak durumunda bulunduğumuz aykırı sözcükler bize bir dikotomi, yani mantıkta birbirini dışlayan iki seçenek, ikilem oluşturmaktadır. Nitekim Kurban Bayramı’nı kutlamak ve bir doğum gününü kutlamak arasında seçim yapmak “zorunda” olduğunuz gerçeğini kabul etmediğiniz müddetçe Türk yaşam pratiklerini anlamanız olanaksızdır.
Bayram kutlaması, muhtemelen ömrünüz boyunca süre gelmiş sosyal çevrenizin %80’inin aynı kaldığı bir durumu tanımlar. Doğum günü kutlaması ise 4 yıllık periyotlar halinde ele aldığınızda yanınızdakilerin sürekli değiştiği ve sosyal çevrenizin aşındığı bir durumun kanıtıdır. Önceki paragraflarda dile getirdiğim, taşralı toplumsallık pratiğinin karşısına bireyselliğini koyma problemi de tam olarak burada yatmaktadır.
Bu bakımdan ele aldığımızda CHP’nin seçimlere kadar olan tutumu, uzun süredir bir araya gelmemiş arkadaş grubunu bir araya getirmeye uğraşırken “Ben demezsem kimse bir şey organize etmiyor, buna tenezzül bile eden olmuyor” diyerek durumdan yakınan genç modern kimsenin durumundan farksızdır. Birinde yan yana gelme pratiğini doğal menfaat ilişkileriyle sağlayamayan siyasi unsurlar bir araya getirilmeye çalışılırken diğerindeyse yaşamın doğal olarak bölümlediği sosyal çevrelere dahil olan kimselerin sevgi bağıyla bir arada tutulması çabası vardır.
Sizin çelişkilere karşı olan tutumunuz, mücadelenizin veya arzunuzun büyüklüğüne işaret edecektir. Rakibinizin dişli çıkmasından ötürü veya iyi figürlere sahip olmadığınızı düşündüğünüzden dolayı örgütlenememişseniz ortaya “dava” diye bir kavram koyamazsınız ve iktidar yanılsamasını elinize alma cesaretini gösteremezsiniz.
Bunca sözün ardından hazırsak doğruları söyleyebiliriz: Karşı cephe hakkındaki önyargılarınızın çoğu doğruydu; gelgelelim savunduğumuz değerlere kendimizin de inanacak zihni kaynaklarımızın olmamasıysa vahşi hayallerimizin karşı cepheyi ikna etmek bir yana dursun bizden uzaklaşmasına önayak olmaktadır.
Türkiye’de seçimlerin bir anlamda nüfus sayımı olduğunu kabul etmek mecburiyetindeyiz. Bu sebepten ötürü kitap okumayan bir aile babası ile onun yurtdışına yerleşme potansiyeli bulunan bekar kızı arasındaki tansiyonu yok sayarak yaşamaya devam edemeyiz.
Stanley termosa koyduğu laktozsuz sütle karıştırılmış filtre kahveyle sabah 7.15’te sandığın kurulduğu sınıfa gelen birisinin bağlı bulunduğu siyasi partiyi az farkla tahmin edeceğinize şüphem yok. Zihninizi bunun böyle olmama ihtimalinin bulunduğuna şartladığınız ölçüdeyse hayatın pratikliğinden uzaklaşmışsınız demektir.
Etkinliklerimiz nelerdir? Kendimize karşı dürüst olmak zorundayız: Doğum günlerine, turistik seyahate, konsere gitmeye “aşırı” önem atfettiğimiz ölçüde yalnızlaşmaya mahkumuz. Kurban Bayramı’nı bir başkasıyla, hakim inanç düzeni ve devlet pratiği de bunu öngördüğü için, paylaşacaksınız; peki doğum gününüzü en son kimlerle kutladınız? Peki ya 7 yıl önce?
Hayatı sahiplenmek zorunda olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmek zorundayız. Yaşadığımız çevrenin bize rağmen değil, bizimle var olabilmesi içinse Antalya’ya tatile gitmek, Prag’ı ziyaret etmek veya Netflix izlemek, geçici arkadaşlarla oturulan cafelerde bir kahveye 50 lira vermek gibi yaşam pratiklerini yeni değer yargıları üzerine oturtmaktan kaçınmak durumundayız.
Dar gelirli Çorumlu bir ailenin üniversite aracılığıyla özgürleşmiş kızı mühendislik kimliğini kullanarak Hollanda’ya taşınabilir; fakat bu durum onun LGBT ile olan ilişkisini açıklamaz. Olsa olsa bu duruma kayıtsızlığını teyit edebilir; ama bir kimse Hollanda’da vergi verdiği için aktif bir LGBT savunucusu varsayılamaz.
Benzer bir fenomen Cumhur ittifakı bileşenleri için de geçerlidir: Hüdapar, Yeniden Refah, BBP veya DSP, fiili ortamı durup dururken bozacak aktörler olarak görülmezler. Olsa olsa onlar tasarlanan “doğru” kavramına yaklaşmışlardır, fazlası değil.
Varlığını seçimden seçime hatırladığımız “Cam Fanus” sözcüğü burada devreye giriyor. Başa çıkamadığımız gerçekleri somutlaştırmak için seçtiğimiz bu sözcük, yine bizim tarafımızdan kırılmak durumundadır. Yetersizliğini varsaydığımız siyasi partilerinin tümünün “biz” olduğunu idrak etmek mecburiyetindeyiz.
En ciddi mücadelemiz ise tam da bu aşamada verilmek durumunda: Ülkemizin insan stoğunu, tüm yaşadıklarımıza rağmen tanımıyoruz. İnsanların hangi koşullarda neyi düşünüp ne reaksiyon vereceklerine dair içselleşmiş bir öngörümüz yok ve sırf bundan ötürü bile pembe saç, piercing, dövme gibi unsurlar üstünden anlaşılamayan bir farklılığı gidermeye çalışıyoruz ve insanları kendilerine rağmen kendileri gibi görmüyoruz.
Gece 12’ye kadar Anadolu yakasında eğlenmenize rağmen neden çıkıp Avrupa yakasında eğlenmeyi sürdürürsünüz? Muhtemelen ya hayatı yakalayamıyor ya da onu dolduramıyorsunuzdur. Oysa karşı cephenizdeki kalıplaşmış insanın, bu eylemlerin kökündeki varoluşsal problemleri yaşamadığını öngörmediğiniz takdirde afallamanız işten bile değildir.
Sadece Türk toplumu değil, varlığından bunaldığımız tüm toplumlar kazanan tarafın yanında olmak ister. Bu yüzden Galatasaraylılık veya AKP’lilik bir bütün olarak makbul nizamı temsil edebilir. Gelgelelim elitist Galatasaray veya halkın dahil olabildiği AKP, birbirinden tamamen zıt teşkilat yapısına sahip olmasına rağmen fırsatçılıklarıyla halk kitlelerini taraflarına çekebilirler.
Bundan 50 yıl önce Adalet partisiyle özdeşleşen Fenerbahçe’nin artık CHP ile yan yana anılışı ise Türk toplumundaki paradigma kaymasının son düzlükte olduğunun göstergesidir.
Bilinen tüm çözümleri tükettik. Artık yeni bir yol da bulmamız gerekmiyor. İşe en anlamsız sorulardan başlamak zorundayız. Tekrar çocuk olmak ve o heyecanla keşfettiğimiz dünyanın sınırlarını yeniden aşmak mecburiyetindeyiz.
Öyleyse ilk adımı atmak zorundayız: Bize edilen küfürlere rağmen mi, henüz doğmamış çocuklarımız için mi mücadele vereceğiz?





Comments